6 Şubat 2010 Cumartesi

Temas Sanatı



Büyümek ve gelişmek için bir şeylere uzanıp temas etmek gerekiyor. Anne karnındayken sürekli temas halindeyiz. Sonra yarım bir kopma yaşıyoruz. Yine de bebeklik çağında bir kaç ay boyunca annemizle ayrı bir beden olarak yaşadığımızın farkında bile değiliz. Sonra sonra ihtiyacımız olan şeyler için hareket edebilmeye başlıyoruz. Bir bebek emzirilmezse emekleyerek biberona doğru gitmeyi becerebiliyor. Erişemezse çığlık atıyor. Hayatımızı devam ettirebilmemiz için beslenmemiz şart. Fizyolojik olarak susuz ve aç, en önemlisi de oksijensiz yaşayamıyoruz. Fizyolojide bu böyle. Peki psikolojide bu nasıl? İşte bu kısmı ilgimi çekiyor.




İki kediyi farklı koşullarda büyütüyorlar. (Zavallı kedicikler deneylere maruz kalmasın, o bir yana tabi) Sevgi gösterilip, arkadaşlık edilen kedi insanların yanına gelip onlara sevgi gösteriyor ve onlara güveniyor. Yanına bir insan geldiğinde kaçmıyor. Diğer kediye sadece yemek veriliyor ve yalnız bırakılıyor. Aynı süre içindeki gelişimi izlendiğinde, diğer kediye göre çok agresif, korkak ve güvensiz davrandığı gözleniyor. Bunlar insanlar için en az hayvanlar için olduğu kadar geçerli.


Bu noktada iyice ilgimi çeken konu ise, "neden çocukluğunda sevgiyle, şefkatle büyütülmüş insanlar mutlu ve huzurlu olmayabiliyorlar?" Evet. The plot thickens! (Kill Bill 2- Bill to his ex wife) !


Dünya sevgi, ilgi ve şefkatten ibaret değil. Dünya, tıpkı dinlerde tasvir edildiği gibi, cennet ve cehennemin bir araya gelmiş hali. Dini inançların ve ölümden sonraki yaşam fantezilerinin, cezalandırmaların ve ödüllendirmelerin bütünüyle şimdiki hayatlarımızın birer yansıması olduğunu düşünüyorum. Tıpkı rüyalarımız gibi. Sınava girmeden önceki gün yüreği ağzında bir genç, o gece yattığında rüyasında alevler içinde bir eve girmek zorunda olduğunu görebilir. Sınav ve yanan ev farklıdır, ama yaşattığı duygu benzerdir. Bu yüzden rüyada örümcekler, canavarlar, periler, alevler, ölüler ve canlılar gerçek hayatımızda yaşadığımız duyguları başka şekillerde bize uykumuzda geri getirirler. Bu rüyalar, derinlemesine bakıldığı zaman aslında birer mesaj içermekteler. Sınav kaygısı, yanma kaygısıyla aynı görünür rüyada. Halbuki kendini alev gibi yakan insan aslında sınav beni yaktı dese de, onu yakan beyninde oluşturduğu "sınavın kötü geçmesi halinde yaşayacağı kabus"tur. Bazı öğrenci için sınavdan kalmak "neyse canım, bir dahaki sefere" den ibaretken, bir diğeri için "hayatın sonu" anlamına gelebilir. Kimi için sınav alevdir, kimi için sınav sınavdır. Peki bu ayrımı kim yapar bizler için ve nasıl bu hallere gelinir? Bu ayrımı hayatta başımıza gelenler ve bunlardan çıkardığımız anlamlar yapar. Tıpkı bir yavru kedinin insan görünce kaçması ve saklanması, bir diğerininse insan gördüğünde gırıl gırıl keyif çatması gibi. Kaçan kedi onaylanmamıştır. Kaçmayansa kabul görmüştür. "Sınavdan iyi not alma bak sorarım ben sana!" tehdidiyle büyüyen çocuk sınavdan önceki gece rüyasında yanar. İşin kötüsü de aynı çocuk, bir yetişkin olarak da sürekli alevler içinde yaşar. Okulda sınavları bitmiştir, ama hayatı nedense sınav ve yangından ibarettir.


Çok feci bir tablo değil mi? Evet tabi. Ama çok da karamsarlaşmamak lazım. Bahsettiğim gibi, dünyada hem cehennem hem de cennet var. İdeali hangisinde yaşamak mı? İkisinde de. Yani dünyada. Yoksa burası bize dar,tekin de değil. Cehennemci cennette sürgün, cennetçi cehennemde.


Peki ya cennet ve cehennem insanı nasıl olur. Buna bütüncü yaklaşım diyelim. (Geştalt)


Ying yang felsefesinde olduğu gibi. Aslında sadece cehennem olsaydı cennet, sadece cennet olsaydı cehennem kavramları olmayacaktı. Fon beyaz ise, beyaz kalemle yazdığınızda görünmez. Sevinmek, üzülmek, kavuşmanın şiddeti de fon ve şekil ilişkisi içinde gelir gider. Ama buna daha sonra değinmek istiyorum. Geştalt, yani bütüncü yaklaşım önemli bir konu. Neden mi? Çünkü bence insanlığın düştüğü en büyük tuzak, kaçınmaktır.




Gördüğüm kadarıyla, genel insan tablosu, dünya üzerinde "iyi" yerlerde olmak için çırpınmaktan ibaret. Akıllı, çalışkan, çekici, başarılı, güçlü, vs vs. Akılsızlıklar, tembellikler, başarısızlıklar, zayıflıklar saklanarak içimizde çürümekte. En ironik yanıysa, o çok kaçtığımız cehennem, bu çürümüş özelliklerimizden besleniyor. Nasıl mı?


Şöyle:


Bir dil öğrenirken genellikle ilk öğrenilenler "Adım Emre. Ayrancıya nasıl giderim?" gibi en temel cümleleri içerir. İngiltereye gidiyorsanız ve ingilizce bilmiyorsanız, elinize aldığınız rehberde buna benzer temel cümleler bulursunuz. Böyle bakıldığında dil de ihtiyaçlarımızı karşılamak için geliştirilmiş bir kolaylıktır aslında. Eğer konuşamıyor olsaydık her acıktığımızda inlemek, önümüze gelen yemeği sevmediğimizde mimikler yaparak, el kol hareketleriyle çevremizdekilere mesaj vermeye çalışırdık. Şimdi bunun yerine "Acıktım. I ıh, bunu yemem." diyebiliyoruz. Bir dili konuşurken kelime dağarcığınız dar ise, istediğinizi, hissettiklerinizi veya düşündüklerinizi zor anlatırsınız. Alternatifleriniz çoğaldıkça iletişim kurmanız kolaylaşır. Kişiliğimiz de yaşadıkça zenginleşen, büyüdükçe kendini büyüten başlı başına bir dünyadır. Ağaç gibi. Bir insana uzaktan bakın, diğerlerine benzer. Yakından baktıkça, ağaçlarda olduğu gibi, kıvrımları, dalları, meyveleri hep kendincedir. Peki şimdi bunların dille dinle ne alakası var? Olmaz olur mu? Eğer kişiliğimizdeki zenginlik kökleri sağlam, dal vermiş, çiçek açmış, meyve dökmüş bir ağaç gibi bolluk içindeyse, hem döktüğü meyveler toprağı, insanları besler, hem de açtığı çiçek gözümüzü gönlümüzü okşar. Peki bu ağaç nasıl bu hale gelir? Hep su döküp güneşe maruz kalarak mı? Hiç sanmam. Bu ağaç soğuk esintilere, rüzgarlara dayanabilmek için yönünü, şeklini şemalini değiştirir. Adapte olur. Bu ağaç dibinde, şansı varsa gübre olarak bırakılmış boklarla, atıklarla, bunları dönüştürerek güçlenir. İçinde böceklerle, korkutucu ve tiksinç haşerelerle bütün olarak varolur. Tıpkı insanın özünde, doğasında olduğu gibi, kiri ve bokuyla mucizevi bir varoluş haline gelmektedir. Ağacın hikayesi bu da, modern insanın hikayesi nasıl?


Modern insanın hikayesi biraz daha acıklı ve sapkın. Çünkü modern insan, doğasından ziyade, ideallerinin peşinde. Neden mi? Hiç öyle kötü bir niyeti yok aslında. Çünkü korkutuldu ve korkutulmakta. Modern insan tehditlerle büyüdü. Sakın başkası için kötü düşünme. Sakın küfür etme, Sakın seks yapma, sakın! SAKIN! bu "sakın"cı tutum insanı ne yaptı etti, kendinden sakınan, görüntüde plastik bir ideal sergileyen, içindeyse dokunsan uçacak bir benlik bıraktı. Eyvah biri bağırıyor! Peki sakınmasaydık? Çok mu iyi olacaktı? Ortalıkta başkaları için kötü düşünen insanlar, küfür edenler, seks sapıkları, pislik dolu bir dünya olacaktı. Bizim niyetimiz bunu temizlemek! Modern insan geldi. Sakin olun bay modern, benim tezim şu: Sakına sakına temizlik yaparken, tıpkı ağacı gübresiz, böceksiz bırakma niyetinde olduğu gibi, insan da "doğa" sız kalır. Büyüyemez. Yukarıda verdiğim örnekler üzerinden tek tek giderek değişim paradoksunu anlatmak istiyorum. İnsan sakındıkça nasıl gelişmez, sakınmadıkça nasıl gelişir. Sınırları nedir? Kim belirler? En iyisi bunu benim anladığım şekliyle somutlaştırmak. Yoksa havada uçup giden felsefeler gibi duman olsun istemem. Gelelim birinci örneğe:






"İnsanlar hakkında kötü düşünmek"


1 yorum:

  1. ağacın hikayesini çok tuttum. "her ağaç uzaktan aynı yakından kendincedir" deyip bırakmamışsın. bu cümleye çok güzel bir paragraf ile açıklamışsın. çok da güzel olmuş.

    bu soruya cevap vermemişsin yalnız: "neden çocukluğunda sevgiyle, şefkatle büyütülmüş insanlar mutlu ve huzurlu olmayabiliyorlar?"

    emrecim blog hayırlı olsun. bak ilk yazın diye sabrettim okudum. bir daha bu kadar uzun yazarsan ilk paragrafı son paragrafı okurum :)

    YanıtlaSil