27 Şubat 2010 Cumartesi

Chopin

Benim anlayışıma göre Chopin, hiçbir zaman tam anlamıyla var olamayan, onun zamanında da özlemini duyduğu ve bir türlü günümüzde de dünyaya mal olamamış bir ruhani yaşantı bıraktı. Onun piyano yazısında ve orkestra yazısında bir sıra dışılık var. Bunu diğer bestecilerden en fazla Bach’ın anlayışına benzetebilirim. Benim için Bach varoluşu ve mucizesini, Chopin’se insanlığı ve özlemi, sesler yoluyla konuşturmaktalar. Bu seslere nota demeye dilim varmıyor. Armoni veya piyanistik yazı falan gibi terimler kullanıldığında veya yapıştırıldığında da kalbim kırılıyor adeta, konu Chopin olunca. Bu terimler ve iddialı başlıklar böyle yalın, evrensel sesleri, sınırlamak, hapsetmek ve entellektülleştirmek adına kirletmek bence. Bazı insanlar konuştuğu zaman “vay be” dersiniz, bu nasıl bir kültür, ne kadar da çok okumuş, gezmiş görmüş. Bir yandan gıpta edersiniz, takdir de edebilirsiniz, fakat içinizde pek saklı duran ama her nasılsa size sözünü geçiren başka bir ben, saate gizlice baktırır, “nasıl bir yolunu bulsam da kaçsam” dersiniz. Sonra da kendinizden utanırsınız. “Ben ne kadar da bilmiyorum” diye. Bu entelektüel bilgi dağarcığı o bilgilerle lagaluga yapmayı seven, bunu bir oyun haline getirmiş ama son derece “ciddi” ve “utandırıcı” bir tarzda sergileyen insanlar arasında adet haline gelmiş bir sidik yarışıdır bana sorarsanız. Bazense, yol kenarında oğlunu kaybetmiş, ağlayan bir kadına rastlarsınız. Veya sevgilisinden beklenmedik bir şekilde ayrılmış, kalbi kırılmış iç çekerek ağlayan biri size içini döker, veya coşkuyla kahkahalar atan bir insan içinizi neşeyle doldurur. Sevişirken, öpüşürken içiniz hoplar, adını koyamazsınız, açıklayamazsınız. Pek fizikseldir, teninizdedir, ağzınız,diliniz tarifinde tıkanır. Bu noktada insanlık susar, büyülü bir bütünlük, benzerlik ve bağlılık duygusu yaşanır. İşte bana sorarsanız müzik budur. Chopin’se bunun ta kendisidir. Böyle bütünleşmelerde düşünce, bilgi ve kültürden ziyade bir “tanıma” duygusu yaşanır. İlle de bilmek gerekmez. Chopin tek bir sesle piyanoda inler. Sağ elde bir sesi ısrarla uzatırken, sol ele son derece sade bir armoni (aynı anda basılan birkaç ses) koyar. Piyano uzun bir süre sessizce inleyebilir, tıpkı söyleyecek söz bulamayıp, bir köşede ağlamak, sızlamak gibi çaresizdir. Benim anladığım, Chopin’in duygularının ona verdiği yalnızlıktaki, tarfisizlikteki tek yolu, piyanonun tuşlarına basarak içindeki sızıyı, neşeyi, coşkuyu kelimelerin ve herhangi bir bilginin ötesinde dışa vurmak olmuştur. Ben Chopin’in tüm dünyanın ortak dili olan gülmek, ağlamak, korkmak, sevmek, kızmak, bağırmak, çığlık atmak, fısıldamak, ürpermek, dertlenmek, öpmek, dokunmak, şakalaşmak, flört etmek ve sevişmekten ibaret olduğunu düşünüyorum. Tüm bunları piyanonun başında “ses”lendirdiğine şahit oluyorum. Bu yüzden onun bıraktığı gerçeğe, katıksızlığa hayranım. Bu yüzden Chopin beni ağlatır, evde tuttuğum günlük veya sevgilime yazdığım mektup kadar özelimdedir. Andante’ye Chopin’le ilgili bir şeyler yazmak mı istedim? Yine yazarken başında ağlarım, tanırım. O tanıdık olan ne? Adı yok. Kelime, düşünce ve bilgilerin hemen altında duran incecik bir çizgide, bir türlü tutturulamayan, korkuyla hoyratça es geçilen “gerçek” insanlık. Chopin bunu özledi ve bunu bıraktı. En azından benim için, bu böyle.

6 Şubat 2010 Cumartesi

Sakın Seks Yapma!

Seneler önce Microcosmos diye bir belgesel film izlemiştim. Böceklerle ilgiliydi. Son derece huylandığım için film boyunca kazağımı enseme kadar çekerek kasıla büzüle izlediğim bu belgeselden aklımda kalan en güzel sahne, bir sevişme sahnesiydi. Sümüklü böceklerden bir çift, romantik bir arya eşliğinde, koca sinema perdesinde, gözümüzün önünde seviştiler. Önce birbirlerine yaklaştılar, etkilendiler. İlk dokunuşta irkildiler ani bir çekilme yaşadılar. Bu ani çekilme ve zarif etkileşim boyunca, su gibi bir soprano, sümüklü böceklerin aşk ritmine uygun bir eşlik oluşturdu. İnsan sesi eşliğinde birbirlerine sürtünen sümüklü böceklerin aşkı, günlük güneşlik bir doğa ortamında ne kadar da ulvi görünüyordu. Tenlerini zarif ve kibar hareketlerle keşfettiler ve gittikçe yakınlaştılar, bütünleştiler. Birbirlerini ne kadar da iyi tanıyorlardı. Bu beraberlik ve bütünlük duygusunda, çalan müzikte, tepede ışık saçan güneşte de dokunulmaz, kusursuz bir şeyler vardı. Sümüklü böceklerin aşkı, sümüklerimi akıtacak kadar beni ağlatmış, enseme kadar sündürdüğüm kazağımı bir dakikalığına olsa da gevşetmemi sağlamıştı.

Dünya üzerinde seks olmasaydı dünya nasıl bir yer olurdu? Zamanla dudaklarımız evrim geçirir düzleşirdi belki. Dokunmak azalırdı orası kesin. Arkadaşça dokunurduk yine belki. Ama insanlar birbirlerinin vücuduna yüzlerce öpücük kondurmazlar, tenlerinin tadına bakıp gözlerini kapamazlardı. Birbirlerini içlerine buram buram çekemezlerdi. Hani bahsettim ya çocukken her şey iyi hoş da, sonra "ciddi" bir takım tehditlere maruz kalıyoruz diye. Büyük insanlara karşı, sevişmeleri esnasında bir kaç saniyeliğine de olsa çocuk gözünden bakmaya davet ediyorum. Çocuklara geçtiğimiz iltimas gibi, kınamadan yaklaşmayı denersek, aslında sevişirken, cinsel ilişki sırasında pek de dehşete düşüren şeyler yapmıyor insanlar, bunu görürüz. Ne yapıyor insanlar sümüklü böceklerden farklı olarak ve onlara benzer? Birbirlerine yaklaşıyorlar, bakışları değişiyor. Epeyce değişik davranmaya başlıyorlar. Dudakları kenetleniyor. Sarılıp duruyorlar. Vücutlarının gizli bölgelerine olağanüstü bir hayranlık ve sevgiyle öpücükler konduruyorlar. Birbirlerini pek beğeniyorlar. Heyecanlanıyorlar. Nefes alış verişleri hızlanıyor. Bağırmaya, inlemeye ve sesler çıkarmaya başlıyorlar. Kenetleniyorlar. Sonra bir patlama oluyor ve öylece kalıp mahmurlaşıyorlar. Bazen de enerji dolup gülüşmeye ve flört etmeye devam ediyorlar. Tamamen, sadece ne olduğuna baktığınızda bu böyle. Tabi ne olduğuyla ilgili bir ayrıntı daha var biraz daha dehşetli. Gözle görülmese de, kadın erkek arasındaki cinsel ilişkide erkeğin kadına aktarılan spermi yumurtayı döllerse, bu yakınlıktan yeni bir insan tohumu oluşabiliyor. İnsanlar her hissettikleri çekimden ve sevişmeden sonra bu tohum atılsın, 9 ay boyunca da ağır bir süreç başlasın ve vahşi bir patlamayla yeni bir insan dünyaya gelsin istememişler. Mantıklı. Buna da çözüm üretmek zor olmamış. Erkeğin boşalmadan önce dışarı çıkması, veya ürettikleri plastik, esnek başka bir çözüm var, onu taktıklarında sperm yumurtaya ulaşmıyor, döllenme olmuyor. Cinsel yolla bulaşmayan bir çok hastalık olduğu gibi, cinsel yolla bulaşan ve ölümcül de olabilen bazı rahatsızlıklar var. Bu açıdan da bu plastik ve esnek keşif korur olmuş insanları.

Doğum kontrolünden ve bulaşıcı hastalıklardan başka, ciddi anlamda sakınılan başka bir çok şey var seksle ilgili. Bunlar da görünmüyor. Veya döllenme gibi vücudun içinde saklı olan bir yerde fiziksel olarak meydana gelmiyor. Bunlar vücudun daha tepe noktasında bir yerde depolanmış düşüncelerle belirleniyor. Beynimizde. Döllenme, doğum ve bulaşıcı hastalıklar her insanda üç aşağı beş yukarı ortakken, bu düşünceler ve inançlar insandan insana epeyce farklılık gösterebiliyor. Bu yüzden de son derece tehlikeli kavgaların çıkma ihtimali var bu konuda. "Nemelazım, benden farklıysa benimki kötüdür. Ya da onunki." Kiminki daha kötü ona bakmadan önce gelin genel olarak yine bir neler döndüğüne bakalım bu tepedeki eşsiz organımız beyinde.

Genel olarak seks en gizli, mahrem ve özel insan durumlarından biri olmuştur. Bahsederken bazen kaçacak yer aranır. Utana sıkıla gülünür. Bu konu açıldığında pek kimse "aman ne güzel her taraflarına öpücükler yağdırıyorlar" demez. En azından dışarıda bu söylenmez. Söylenirse de şakadır veya komiktir. "Hay allah be alemsin" denir. Hakikaten de alem bir durumdur seksle ilgili önyargısız olmak. Yine bu noktada modern insan, daha güvende, daha modern olabilmek için diğer konularda da geliştirdiği dahiyane formülü "neden bu konuda da olmasın?" diyerek var gücüyle uygulamaya başlamış:

-"Seks mi istiyor? İstemesin. İstiyorsa söylemesin. Söylüyorsa kendine söylesin. Sonra da mümkünse unutsun. Aklından çıkarsın. Yoksa çok kötü olur. " Bu listede en hoşuma gideni şüphesiz, "aklından çıkarmak" komutu. "Çıkar aklından!" denildiğinde, hamarat bir tavırla elimizi kafamızın içine daldırıp, "Nerede bakıyım, hah yakaladım!" diye balık tutar gibi istenmeyen düşüncelerimizi çekip çıkarıp, evde kilitli bir kasaya (belki sonra değerlenir piyasada diyerek) kaldırmak veya çöpe atmak gibi çözümler olamadığı için, bu akıldan çıkarma metodunun nasıl işlediğini merak etmişimdir. Şimdi görüyorum ki, aslında pek de işlemiyor. Hani bahsetmiştim ya, travestiye böyle olma dediğiniz zaman, onu olduğu gibi kabul edenlere de etmeyenlere de cevabı "sen sus orospu" olur. Kasada kilitli tuttuğumuz düşüncelerimizin de böyle sihirli güçleri vardır. Haberimiz yokken, gecenin bir yarısı veya günün en uygunsuz vakti, bir de bakarız ki kasa kilitli, ama düşünce kaçmış! İşin kötüsü, onu kasanın içinde kilitli tuttuğumuz için pek sıkılmış, biz görmeyeli de baya değişmiş. Hırçınlaşmış! Zencilere "siz bizim gibi insan olmayın" dendiğinde canileşebiliyorlar ya hani. "Siz benim diğer düşüncelerim gibi olmayın" dediğimiz o pek uygunsuz seks düşünceleri acaba nasıl başkalaşıyor? Türlü türlü hapishane kaçkını düşünce var ortalıkta. Bunlardan seksle ilgili olanları insana kasadan fıyınca neler mi yaptırıyor? İşte burada, benim anladığıma göre, ne kadar büyük bir kasanın içinde, çıkışı da ne kadar zor ve denetlenmekteyse, o kadar tehlikeli bir hal alıyor bu kaçkınlar. Aşağıda, "Hapis Düşünceler" diye bir film serisi yer alıyor. Bunlardan kimi aksiyon, kimi dram, kimi korku ve dehşet. İçlerinde romantik komedi yok malesef. Aşkla ilgili mi? Evet, ama aşk pek kalmamış. En tekin olanından başlayalım. Sonrasında tablo pek vahim, alıştırarak gitmekte fayda var.

Hapis Düşünceler- Seri 1. "Kaçak Mahkumlar" (Eski kovboy filmlerindeki ıslıklı ve gizemli müzik çalıyor)

Bu mahkumlardan, kaçanlar değil de, bir yolunu bulup çaktırmadan kaçamak yapanları var. Bunlar daha bir kurnaz ve pazarlıkçı. Bazılarıysa laf ebesi. Beynimizdeki gardiyanları ikna ediyorlar. "Vallahi geri döneceğim ya, sadece 10 dakika söz!". Veya gardiyanlar uyurken (bazen alkolün epey faydası oluyor bu durumda) onlar uyanıncaya kadar bir çıkıp geliveriyorlar. Alkolün etkisi geçince gardiyanlara basılmaları kötü tabi. Ayaklanma çıkabiliyor. Fena suçlanıyorlar. Kimisi gardiyanlarla bir duygu sömürüsü ilişkisi içinde işin yolunu bulmuş. "Ah ben zaten bir işe yarasaydım, böyle yalnız olmasaydım, bunları yapar mıydım? At beni zindana, at, bir daha da asla çıkarma! vah, ah ve de yine vah" diyerek, gece vardiyasında kafa bulandırıcı ve uyku getirici içkilere de bu vesileyle ortak olabiliyorlar. O zaman dışarı kaçtıklarında da sarhoş oldukları için bir nebze daha tedirgin ediciler. Her iki durumda da boynu bükük, suçlu bir durumda geri dönüyorlar.

Şimdi biraz daha tehlikeli olan mahkumlara gelelim. Bunlar kaçmayan, fakat kaçanlara gıpta ile bakıp, içlerinde sürekli öfke ve kıskançlıkla hapis yaşamaya çalışan, küskün mahkumlar. Bunların dili çok sivrileşebiliyor. Bazen ispiyoncu oluyorlar. Sizi aklınızdaki gardiyanlara şikayet eden arkadaşlarınız olmadı mı hiç? Mutlaka olmuştur. Yaşadığınız bir deneyimi anlattığınızda,

-"Bu nasıl şey? Peki hiç utanmadın mı? Hiç de düşünmedin öyle mi? Pes.." Böyle sözler nasıl da hapishanenizi sallar. Beyninizin içinde ayaklanma çıkar adeta. İspiyonlanmış kaçaklar, gözünü hırs bürümüş gardiyanlar birbirine girer. Ve kovboy aksiyon filminden, psikolojik gerilim ve şiddet filmine doğru bir geçiş yapılır:

Hapis Düşünceler Seri-2 "Kodeste Katliam" (Daha yavaş, tedirgin edici ve sert bir müzik çalmakta)

Mahkum olmuş, yıllarca da kaçmamayı veya kaçamak yapmamayı seçmiş seks düşünceleri, aralarında dertleşmekten yorulmaya başlarlar. Diğer mahkumları gördükçe sinirleri tepelerine çıkmaktadır. En sonunda var güçleriyle, çarpıcı bir dayanışma içinde planlar yapmaya başlarlar. Bu planlar içinde kaçmak yoktur. Ama kaçanlara derslerini vermek artık onların amacı olmuştur.Ne de olsa adil bir dünyada yaşamak isterler. Adil bir hapishanede de eşit şartlara sahip olmamak söz konusu olmamalıdır onlara göre. Böylece adaleti bozan mahkum avına çıkılır. Bu mahkumlar hapishane gardiyanlarının insafına bırakılmaz. Çünkü gardiyanlar en fazla cezalandırmaktadırlar. Hiç kaçamamış ve acı içindeki bu mahkumları geçici bir ceza tatmin etmez. Onlar "utanmadın mı? çok yanlışsın" diyerek bir ayaklanma çıkarmaktansa, hapishaneyi ateşe vermeyi tercih ederler. Yapamadıklarını yapanlar, cezayı haketmektedir. Onları yok etmek veya onlara işkence etmenin tam sırasıdır şimdi.

Karanlık ve dar bir sokak. Genç bir kız hafifçe tedirgin, evine doğru yol almakta. Üzerinde bir mini etek ve beyaz bir bluz, siyah desenli bir montla olabildiğince şık. Takip edildiğini hissediyor. Arkasına dönüp bakmaya korkuyor. Görmese de, yaklaşan ayak sesleri tedirginliğini artırıyor. Sonunda bu sesler kızın yanı başında bittiğinde takip eden adamın üzerine çullanmasıyla amansız bir mücadele başlıyor. Evet bu bir tecavüz sahnesi, sonrasındaysa vahşi bir cinayet işlenecek. Ama bizim filmimiz bu değil, öyle ya bizim filmimiz bu panik ve şiddetle hareket etmekte olan iki insan vücudunun başlarının içindeki organlarında. Hemen "pause" düğmesine basıyoruz ve filmimize devam etmek için sihirli bir röntgen makinasıyla iki beynin içine giriyoruz.

Birinci kahramanımız: Siyah Montlu Kadın

Kod adı: -Pazarlıklar Kraliçesi-

Siyah montlu, mini etekli kahramanımızın beyninin içindeyiz.Burada, diğer beyinlerde olduğu gibi asayişi sağlamak için kodesler mevcut. Her ne kadar seks düşünceleri olan mahkumlar belli oranda kapalı tutulsa da, arada bir dozunu kaçırmamak ve sonradan cezalandırılmak kaydıyla kaçamaklar yapılıyor. Bu suçlular bir içeride, bir dışarıda. Böyle gelmiş, böyle gider denerek alışılmış. Ne var ki, öyle gitmiyor.

İkinci kahramanımız: Tecavüzcü Kral

Kod adı: -Küskün Mahkum-

Kahramımıza diğerinden farklı olarak, pek haşmetli, son derece sıkı denetimli bir hapishane inşa edilmiş. Kız kardeşinin namusunu canı pahasına korumak, annesine laf gelirse, bunun "dünyanın sonu" olduğu gibi öğretilerle büyümüş. Bu doğrultuda da seks hapishanesinde, beyninin içindeki demir parmaklıklar hem son derece sağlam hem de elektrikliymiş. Kendilerini bildi bileli bu hapishanede büyümüş seks düşüncesi mahkumları, kaçabilen mahkumlara, az denetimli kodeslere diş bilemektelermiş. Etek giyen bir kadının hapishanesi mi? Bu nasıl adalet? Yok edilmeli, ateşe verilmeliymiş. Tecavüzcü kral, kazanmanın yolunu bulmuş. Adaleti sağlamanın yolu, eşitlikten geçermiş. O ne kadar çektiyse, diğerleri de çekmeliymiş. Öldüğü zamansa mezar taşında altın harflerle şöyle yazmış: "Çekti, çektirdi"

...

Bundan iki gün önce, bir arkadaşım okuduğu bir haberden bahsetti. Sonra da internet üzerinden habere beraberce baktık. Kızlarının erkeklere baktığı gerekçesiyle diri diri gömen baba ve kardeş söz konusuydu bu haberde. Onların beyinleri, kız çocuklarının erkeklere cinsel ilgi duymaları ve bu konuda herhangi bir eyleme geçmeleri durumunda "dünyanın sonunun gelmesi" inancıyla doluymuş belli ki. Bu amansız kodeste, seks mahkumları idam cezasına çarptırılırmış. Şakası yok. Peki bu ruhsal trajedinin çaresi ne? Beynimizin içi hapis dolu, düşünceler cinayet işlemekte, vücutlar da işleyip hapise girmekte, fakat bir türlü bunun sonu gelmiyor.

Kızını diri diri gömecek kadar dehşete düşmüş adamın hayatını geri saralım. En başa aldığımızda, doğum esnasında göbek bağını kesmek üzere olan doktor, elbette şunu söylememiştir. "Nur topu gibi bir oğlunuz oldu, fakat seks konusunda son derece tutucu inançları var, dikkat edin." Hiçbirimiz bu savaşla, mahkumiyetle doğmadık. Hapishanenin tuğlası, hammadesi korku ve utanç. Bu maddeyi bulup kullanmaksa bedava. Bol kepçeden, pek cömert paylaşılır oldum olası. John Lennon'ın aklına gelmiş, demiş ki bir hayal edin cennet veya cehennem olmadığını. İnsanlar kardeş olsun barış içinde yaşasın. Acaba John Lennon'ın bu sözleri ne kadar korkutucuydu ki, Mark David Chapman, havada dönerek gelip etlerini parçalamak üzere tasarlanmış bir mermiyi John Lennon'ın üzerine sıktı.

Üçüncü Kahramanımız: Mark David Chapman

Kod adı: - Kayıp Mark Nemo

Mark David Chapman, Iq düzeyi son derece yüksek bir çocukmuş. Bir hemşire ve Amerikan Hava Kuvvetlerinden bir askerin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Kızkardeşi ise kendinden 7 yıl sonra doğmuş. Çocukluğundan itibaren Mark, babasının kendisi ve annesine karşı cinsel tacizde bulunmasından ötürü korkuyla yetişmiş. En sevdiği grup, Beatles'mış. 14 yaşındayken eroin, LSD, maruvana gibi uyuşturucu maddeler kullanmaya başlamış. Uyuşmak ona yeterince iyi gelmeyince, 16 yaşında kendini hıristiyanlığa adamış. Akabinde de yine bir hıristiyan olan ilk kız arkadaşı Jessica Blankenship ile tanışmış. Hristiyanların sağlıklı ruh, akıl ve beden sağlığına kendilerini adadıkları bir kamp olan YMCA'da danışman olarak çalışarak ödül almış. Özellikle çocuklar arasında çok popülermiş ve ona "Nemo" rumuzunu takmışlar. Çevresi, bir yardımsever olarak çalışmalarını son derece takdir etmiş, ve özellikle çocuklara karşı takındığı ilgi, koruyucu tavır takdir görmüş.

Chapman kız arkadaşıyla beraber üniversiteye başlamış. Üniversite hayatında derslerinden geri kalmaya başlamış ve yaşadığı bir ilişki yüzünden kendini son derece suçlar olmuş. Jessicayı aldatmak hristiyanlığına ve ahlak anlayışına aykırı gelmiş olsa gerek. Giderek intihar düşünceleri geliştirmiş ve Covenant Üniversitesi'nden ayrılmış, kız arkadaşıysa bu esnada ilişkilerine son vermiş. Mark kampta çalışmaya geri dönmüş, fakat bir tartışma sonrasında oradan da ayrılmış. Sonrasında ise gardiyan olarak çalışmaya başlamış ve bir haftalık bir eğitim sonrası kendisine "silahlı gardiyan" ünvanı verilmiş. Bir kez daha üniversiteye devam etmeyi denemiş fakat yine başaramamış. Hawaii'ye gidip, kendini öldürmeye karar vermiş.

1977 yılında arabasının egzoz borusuna karbon monoksid vakumlayarak içeride boğulmayı beklemiş. Fakat vakum eriyince gaz yeterince dolmamış ve bu girişimi başarısızlıkla sonuçlanmış. Yattığı psikiyatri hastanesinde depresyon teşhisi konmuş, ve iyileştikten sonra aynı hastanede yarı zamanlı olarak çalışmaya başlamış. Hastalara gitar çalıyor ve danışmanlık yapıyormuş. Bu sırada anne babası boşanmış ve annesi Mark'ın yanına Hawaii'ye yerleşmiş.

Mark 1978'de "80 Günde Devr-i Alem" filminden ilham alarak, 6 haftalık bir dünya turuna çıkmış. Bu gezi sırasında, yol arkadaşı Japon-Amerikalı Gloria Abe ile ilişkileri başlamış ve 1979 haziranında evlenmişler. Mark Castle Memorial Hospital adlı hastanede bir iş bulmuş. Gloria'nın seyahat acentasındaki patronuyla şiddetli bir tartışmaya girerek, eşinin işten ayrılmasını sağlamış. Bunun akabinde hastanedeki işine de son verilmiş. Tekrar işe alınmış, fakatbir hemşireyle yaşadığı kavga sonucunda tekrar ayrılmış ve başka bir yerde geceleri çalışan bir güvenlik görevlisi olmuş. Bu görevi sırasında aşırı derecede içmeye başlamış.

Mark hayatının geri kalan kısmında bazı takıntılar geliştirmiş. Bunların içinde bir roman, müzik ve John Lennon da varmış. Mark 1980'de John Lennon'ı öldürmeyi planlayarak New York'a gitmiş. Bu planından eşine de söz etmiş. Sonra bir gün sinemaya gitmiş. "Ordinary People" filmi onu öylesine etkilemiş ki, John Lennon'ı öldürmekten vaz geçmiş ve Hawaii'ye dönmüş. Bir klinik psikologdan randevu almış, fakat randevusuna gitmek yerine, New York'a dönmüş, John Lennon'a ulaşmış, Double Fantasy albümünü imzalatmış ve kendisiyle el sıkışmış. Beş saat kadar sonraysa, onu, Charter Arms 38 marka silahınyla 5 tane kurşunu üzerine sıkarak öldürmüş. Polis gelene kadar da, takıntılarından biri haline gelen, J.D Sallinger'ın romanı "The catcher in the Rye"'ı okuyarak beklemiş. Bu roman, aslında yetişkinler için basılan, fakat sonradan ergenler arasında, gençlerin isyanı, yabancılaştırılması ve karmaşaları gibi temalarla son derece popüler hale gelmiş.

Bazı şeyleri sakın düşünmeyin. Düşünceler hapis yatınca son derece yaratıcı katillere dönüşürler. Hapishanelerin güvenliğini bir artırabilsek. Bir türlü başaramadık.

Peki John Lennon'ın kurşuna kurban gitmiş hayali dünyaya ne kadar ait? Kolay mı gerçekten onun önerdiği gibisi? Zor ise nasıl zor? Sümüklü böceklerin sevişmesine arya eşlik ededursun, bizim seks hayatlarımızın şarkısı John Lennon'ın şarkısı mı? Mark Chapman'ın kurşununun sesi mi? Bazen birincisi, bazense ikincisi.

Ah Bu Küfürler ve Terbiyesizlikler

İnsanlar odalarını, arabalarını, evlerini dağıtır sonra da bir güzel toplarlar. Çok da huzur veren bir şeydir toplamak. En azından benim için. Hatta huzurum kaçınca, bir şeye sinirlenince, kızınca, odamı kaşla göz arasında toplayıveririm. Bir de insanlara bazen bir uyarı gelir. "Terbiyeni topla!" Terbiye nasıl dağılır? Nasıl toplanır? Bu, odayı, arabayı veya evi toplamaya pek benzemez. Nasıl mı benzemez? Pek huzur vermez. Terbiyemi topladım pek rahatım diyen bir insanla karşılaşmadım henüz. İnşallah da karşılaşmam. Neden mi? Çünkü onun insan olduğundan şüphe ederim. O mutlaka uzaydan aramıza sızmış bir ajandır.
Bir canlıyı tehdit ettiğiniz zaman genelde ya kaçar ya da saldırır. Karşınızdakine ağız dolusu küfürü bastığınızda, anasına babasına sövdüğünüzde ona saldırıyorsunuz demektir. Burada yine "kıskanç olma" diyip de kıskanç olmamayı canla başla başarmak için kendinin de başkalarının da canını çıkarmayı öğrenmiş modern insan gibi, "saldırgan olmayalım kütfen" diyerek bir "olma" komutuyla dünyanın en güzel saldıran insanını yaratma tuzağına lütfen düşmeyelim. Kime diyorum! Modern insanımıza tabi.
Peki, "saldırgan ol!" mu diyelim o zaman? Ben diyorum ki, madem aklımız var, düşünebiliyoruz. Herhangi bir şey olmadan önce, bir anlamaya çalışsak kırılan gücenen mi olur? Acaba günah mıdır ayıp mıdır? Öyleyse de günahı boynumuza, gelin şu saldırganlık üzerine biraz kafa yoralım. Vallaha çok zor değil. Hem de zevkli. Benden söylemesi.
Deminki örnekte, ana avrat düz giden bir insan, evet saldırmaktadır. Ama örneğin başında belirttiğim gibi, o insan saldırıya uğramıştır zaten, veya saldırıya uğradığını düşünmektedir. Dolayısıyla da korkmuştur. Tehdit altında hisseden insan her zaman ayaklarıyla kaçmaz. Yüzünüze bakarken ve sizinle konuşurken yok da olabilir. Yine tehdit altında hisseden insan üzerinize yürüyerek saldırmayadabilir. Bakışı, gülüşü, sözleri ve hakaretleriyle de donanımlı bir cephanesi vardır.
Cephane deyince, acaba insanlar sözel ve fiziksel bunca silahı neden üretti? Saldırmak, saldırmamak konusuna girerken, işte hemen kapıda neyle saldırdığımız bizi karşılıyor. Önce bu silahlarla tanışmak lazım. İnsanlar yaratıcılıklarının yarısını diğerlerini nasıl mahvederim, öldürürüm veya canını yakarım üzerine boşuna kullanmadılar herhalde. Bir bildikleri vardır. Benim anladığım şöyle:
Hayvanlar genellikle karınlarını doyurmak için öldürür. Bir ineğin başka bir ineği "vay sen nasıl bir ineksin hepimizin yüz karasısın" diyip döverek öldürdüğü pek görülmemiştir. Her nasılsa insanlar türlü sebeple birbirini öldürebilir. Hayvan aç kaldığında tehdit altındadır. Aç kalırsa devam edemez, ölür. İnsansa sadece aç kaldığında tehdit altında değil belli ki, "sen nasıl bana yan bakarsın?" "Sen nasıl buna inanırsın da şuna inanmazsın?" gibi gerekçelerle birbirlerinin karınlarını deşebiliyor. İnsanların havada şahane bir hızla dönerek hızla kalbinizi ve iç organlarınızı parçalayan, hem de sonra sırtınızdan çıkıp giden mermileri fırlatabilen şahane silahları vardır. Bunları ve daha da ölümcüllerini icat edecek kadar sanatsal bir hale getirmişlerdir bu konuyu. Eğer bunca enerji, yatırım ve merak saldırganlık konusunda nice bombalar icat edip sonra da onları kullanacak kadar ileri gittiyse, terbiyeler bu kadar bozulduysa, insanlara "terbiyeni topla" demektense, insanları neyin bu kadar tehdit ettiğine bakmanın daha mantıklı bir yol olduğunu düşünüyorum.
Peki insanlara ne saldırıyor? Kim bizi yiyecek? Birbirimizi karnımızı doyurmak için yemiyoruz da, neden hala birbirimizi yiyoruz? Sanmayın ki "yemeyin!" diyeceğim. Yok öyle kolaya kaçmak, "böyle olma" deyip canavar üretmek. Ben yine diyorum ki, nasıl böyle oluyoruz ve bu müthiş tehdit neymiş, onun hikayesine bakalım.
Bu noktada fazla dağılmamak ve elimden geldiğince yanılmamak için, kendimden örnek vermek istiyorum. Bu hayatta başıma neler geldi? Hatırlayamadığım bir iki yıl var. 9 ay boyunca annemin karnında garip bir ortamda şekillendim. Kertenkeleye benzer minicik bir organizma halindeyken minik bir biblo kadar insansı bir yaratık olarak annemin karnında, çıkacak kadar büyük hale gelmeyi bekledim. 9 ay geçti ve ben annemin sınırlarını zorlayarak, ıkına sıkına dünyaya fırladım. Ne oldu? Göbek bağımı kestiler, annemin kucağına verdiler. "Oğlunuz oldu gözünüz aydın gibi şeyler söylediler. " Bir süre pek anlamazmış insan anneden bağımsız olduğunu. Memesini emzirirken ve koynunda uyurken, herhalde ben de anlamamışımdır. Sonra köşede duran, acıkınca emzirilen çaresiz bir yaratıkken, yavaş yavaş hareket edebilen, sesler çıkarabilen, çevremi kendi isteklerime göre gücümün yettiğince yönlendirebilen bir canlıya dönüştüm. Acıkınca bağırıyor, yediğimden tiksinince yüzümü buruşturup sesler çıkarıyor ve tükürüyordum. Çocukluk döneminde pipimi gösterdiğim, atçılık veya saklambaç gibi oyunlar oynadığım, güldüğüm ağladığım zamanlarda tehditler pek azdı. Söylediğim şeyler ciddiye alınmıyor, alınsa da çocuk olduğum için affediliyordu. "Ben hamile kalmak istiyorum!" diye bağırsam, "Allahaşkına bir daha söyle, akşam baban geldiğinde!" diyip sevgiyle mıncıklanabiliyordum. Sonra işler "ciddi"leşmeye başladı. Kırk tane çocuğun sıralarda oturduğu, tahtalara işlenen derslerin ve öğretmenlerin adlarının yazıldığı büyük odalara konmaya ve bazı kurallara maruz kalmaya başladım. Öğretmenime "sen" diye hitap ettiğim zaman diğer çocukların bana dönüp sınıfın ortasına kaka yapmışım gibi baktıkları zamanı özellikle hatırlarım. Onlar benden önce öğrenmişlerdi, saygısızlığın nasıl da kınandığını. Hatta kınamayı bile öğrenmişlerdi. Geç adapte olmuştum bu hayat derslerine. Sonra bir takım başka dersler de aldım. Tabi bunlar pekiyi almak için ezberlediğim ders notlarındaki konular değildi. Bunlar "kınanmamak" için dikişi nasıl tuttururum hesabıyla dikkatli adım atmayı öğrendiğim "doğru insanlık" dersleriydi. Doğrusu nasılmış? Okulda şunları öğrenip doğrulaştık:
-Kızlar duygusaldır, ağlarlar, erkekler güçlüdür, güreşirler.
-Öğretmenler çalışkan öğrencileri severler, tembelleri döverler.
-Derslerime çalışmazsam, annemler bile okuldaki yabancı öğretmenlere dönüşebilir.
-Büyüklere belli şeyler anlatılır, belli şeylerse tenefüslerde fısıldayarak konuşulur. Özellikle seksle ilgiliyse, bu çok ayıptır, sınıftan atılınır.
-Ders kitaplarını iyi ezberlemezsen "kötü çocuk" "haylaz, işe yaramaz" olursun.
Sanmayın ki ben çocukların hor görüldüğü, eğitimin son derece kötü olduğu bir ilkokulda okudum. Annem ve babam beni en nezih, en korunaklı eğitimi almam için son derece desteklediler ve çabaladılar. Yani demek istediğim, bunlar benim başıma gelen bahtsızlıklar olmaktan ziyade, dünya düzeninin getirdiği, alışılagelmiş adetlerdi. Bu adetler onları uygulamayı öğrenmenin yanında biz çocuklara ne verdi. Tehdit altında yaşamayı. Öğretmenler çocuk çalışmayınca açlıktan ölmezdi. Fakat bir leoparın ceylana saldırmasındaki hararetle tembel öğrenciye saldırabiliyorlardı. Gerekliliğini asla anlamadığımız sayfalarca cümleyi ezberlemezsek, okul öncesinde altı yıldır bizi seven ve koruyan anne babalarımızın suratı asılır, sınıftaki itibarımız derinden sarsılırdı. Uslu çocuklar yaramazların yanına oturtulur. "Ona uyma bak seni de gebertirim!" diyerek yaramazların uslulara uyması beklenirdi. Sürekli tehdit altındaydık. İstediğin gibi konuşma, istediğin gibi oturma, yürüme, kalkma, durma, koşma, düşünme, anlama, sorma, anlatma,yapma. Olma.
İşte ilkokuldan itibaren ezberleyip unuttuğumuz ve öğrenmediğimiz o laf kalabalığının yanında başka çok önemli ve can alıcı bir şey öğrenmiştik. Kendimizden, varoluşumuzdan utanmayı. Utanmayı öğrenmek pek kapsamlı çetrefilli bir işmiş. Utanmayı öğrenen hemen akabinde utandırmayı da öğrendi. Böylece bu çok değerli bilgi,fazla bir zahmete gerek kalmadan nesillerden nesillere aktı gitti.
Bunun tabancayla atom bombasıyla veya saldırganlıkla ve terbiyesizlikle ne alakası mı var?
Tehdit altında olan canlıların saldırması veya kaçması, tehdit altında yetişen insanların da saldıran veya kaçan insanlar olarak dünyaya saçılması bilmem tanıdık geliyor mu. Eğer aldığım şahene ahlak kuralları içeren eğitimim boyunca cinsellikten utanmayı öğrendiysem, bu bilgim doğrultusunda cinselliğimle ortalığa saldırırım. Aman saygısız olma büyüklerine cevap verme motosuyla yetiştiysem, büyüklerimin arkasından öyle büyük cevaplar veririm ki yer sarsılır. "Sevgiline yan gözle bakan olursa namusun tehlikededir, namus ise senin canından kıymetlidir" ilkesiyle büyütlürsem, namusumun elden gitmesinden öylesine utanırım ki, mermiler fışkırtan veya karın deşen silahlara sarılıp beni tehdit eden bir başka insanı kaşla göz arasında yok etmem işten değildir.
Aslında bazen, insanların beynini alıp yıkamak istiyorum. İçine ne kadar "lafta" tehdit varsa silip süpüren, yıkayan bir hortum tutup bütün namus, değer, sorumluluk, ahlak, prensip ve bunun gibi fantastik tehditleri yıkayabileyim ki, ortaya namuslu, sorumlu, ahlaklı ve prensipli ve kendi gibi olan, kendinden utanmayan insanlar çıksın. Geldi yine benimki. Kim mi? Bay modern. Bağırıyor yine:
"Bunlar olmazsa sorumsuz, namussuz, ahlaksız insanlarla dolar bu dünya! İnsanlara utanmayın demekten utanmıyor musun!"
Olmadı be bay modern. Bak kendi kazdığın kuyuya düştün yine. Hiç yakıştıramadım sana. Utan demiyorum ama yine de. Ben diyorum ki, sen iyisi mi saldırmadan önce, seni neyin tehdit ettiğine bak.
"Cinsel birleşme, cinsel organları emmek, orospuluk, vs.." Çok ayıp. Bunların hepsi ayrı tehditler.Ne yapsak bunlarla? İyisi mi bunlardan küfür yapalım. Her biri hakaret olsun. Yaşaması zevkli mi? Evet ama konuşması ağıza alması ayıp. Nedenini nasılını sorgulamayalım.Bizi belli hallerimizle kabul ettiler, yarımızdan çoğunu yasak ettiler. Biz kabul görmedikçe utandık yok olduk. Silahları kuşanalım. Utancımızı namluya koyalım, tetiğe basalım ki, karşıdaki daha beter utansın, bizim gibi yok olsun, var olmasın. Biz yok olmayı ne kadar öğrenirsek, yok etmeyi de öyle güzel becerir, onu da çok güzel öğretiriz. Vallaha utandırmak için yazmadım! İki gözüm önüme aksın.






Başkaları Hakkında Kötü Düşünmek

On yıl kadar önce, ağabeyimle açtığımız Chopin Müzik Evi'nde iki kedimiz vardı. Sinbad ve Tırmık. Sinbad'ın kardeşi Tırmığa duyduğu sevgi ve her fırsatta kardeşini koruması, ona sarılması gerçekten çok dokunaklıydı. Aralarındaki bu yakınlık ve sevgi her alanda kendini gösteriyordu. Her şeyde bir sınır olduğu gibi, bunda da bir sınır vardı elbet. Sinbad'ın dillere destan sevgisi ve koruyuculuğu iki kardeşin önüne koyduğumuz süt, tavuk gibi besinlerde adil bir yaklaşımı benimserken, konu Whiskas olunca yaş mamanın lezzeti Sinbad'ın Tırmığa gösterdiği anlayışın sınırlarını zorluyordu. Tavuk ve sütü kardeşiyle huzur içinde yerken, whiskasın karşı konulmaz lezzetiyle Sinbad kardeşine hep şunu söylerdi:
- "Hrrrr!"
Bunu söylerken bir yandan da patisiyle sağında solunda kalmış mama kırıntılarının üstüne basarak onları da garantiye alırdı. Sinbad'ın kardeşini iri yarı köpekleri hiç çekinmeden kovalayacak kadar sevmeye ve korumaya ihtiyacı vardı. Whiskas'ın baş döndürücü tadınaysa bi miktar daha ihtiyacı vardı. Biz insanlarda bu nasıl oluyor? Aslında çok farklı değil. Türlü türlü ihtiyaçlarımız var. Para, sevgi, aşk, güç, itibar, ilgi, vs. Bunlar dönem dönem tıpkı yemeklerde olduğu gibi azalıp artabiliyor. Ben bunların içinden daha temel olan "sevgi" ihtiyacını suya benzetiyorum. Susuzluk ve sevgisizliğe karşı toleransımız daha bir düşük. Bu ihtiyaçlar ne kadar acil, ne kadar can yakıcı bir haldeyse, gözümüzün önünde bu ihtiyacını gidermiş veya gidermekte olan birine aman ne kadar iyi hepsi onun olsun diyemiyoruz haliyle. Tıpkı Sinbad'ın damarı gibi, bizim de damarımız tutuyor, "hrr"lıyoruz. Ağaç örneğinde olduğu gibi işin doğası, kiri çöpü de dahil kendisi böyle. Bu işin doğası nasıl bozulur?
İşte tarifi:
-"Kedi hrrlar sen hrrlama hayvan mısın?" diye utandırılır.
"Sen kıskanırsan da belli etme, içine at. Hatta daha iyi bir fikrim var. Kıskanma!"
diye de adına karar verilir ve programlanır. Bu programlamaya ve programlanmaya çalışma çağımızda ayrı bir komedi olarak çığ gibi büyümekte. İnsanlar bilgisayarları yapamadan da önce her nasılsa kendilerini bilgisayar yerine koymayı ve değerlendirmeyi pek güzel öğrenmişler. Tabi burada işin acısı programlanmaya çalışılan ve utandırılıp bastırılmaya çalışan insan hrrlamamak için bir süre kabuğuna çekiliyor. Yani program bir yere kadar başarılı. Fakat sonra, o pek kabuklu insanın pençeleri öyle bir çıkıyor ki ne Tırmık kardeşi, ne de pençesini geçirip parçaladığı her kimse onu besleyen anası babası oluyor. Pek dramatik öyle değil mi? Hem de nasıl öyle. Dünya gerçeğinde de bu "derisi siyah olmasın, olursa da köle olsun" diye bastırılmış, utandırılmış insanların her nasılsa pek fazla cinayet işlediğinden, hırsızlık yapmasından yakınılması gibi. İşin daha da trajik yanıysa bilgisayar gibi mantıklı insanlarımızın "İşte haksız mıyız? siyah olmasa cinayet işlemezdi, bunların soyu bozuk" diyebilecek kadar da yaratıcı software, yazılım, kurulum sihirbazlarıyla donanmış olmaları. Geçen gün bir arkadaşım anlattı. Bir travesti gün içinde dolmuşa binmeye kalkmış. Travestiler geceleri vampir olarak yaşayan canavarlardır bu yüzden gün içinde görülmeleri son derece uygunsuzdur. Bu yüzden olsa gerek, dolmuş şoförü kendisini gitmek istediği yere götürme konusunda yardımcı olmak istememiş. Çünkü o kadın gibi giyinmek isteyen ve kadın gibi konuşan bir erkekmiş. Yürüsün! Hatta yürümesin gece dolmuş şoförleri içki içip "sapıtıncaya" kadar beklesin. Belki o zaman kabul görür..
Velhasıl, travesti haklı olarak hakkını aramaya çalışmış. Arkadaşım da dolmuş şoförünü kınamış, "ne yapıyorsun be sen? onun ne farkı, ayrıcalığı var allahaşkına!"gibilerinden çıkışmış. Travesti arkadaşıma dönüp şöyle demiş:
"Sen sus orospu!"
Arkadaşım şunu söyledi ve içim sızladı. "O anda dolmuştan inip ona sımsıkı sarılmak istedim. Ama bunu kabul etmeyecek kadar geçgindi. "
Derisi siyah olan insanlar, "böyle olma" dendikçe gerçekten de değişirler. Ama renkleri değişmez. Travestiler, "karı gibi giyinme" diye değişmeleri emredildikçe, değişirler, ama giysileri değişmez. "Kıskançlık" ve bunun gibi "kötü" düşünceler de "olma" dediğimiz zaman değişirler. Zenci dışlanınca katil, travesti aşağılanınca barbar, kıskançlık bastırılınca zalim olur.
Eğer çoluğumuza çocuğumuza pek erdemli olmalarını, kıskanmamalarını, arkadaşlarının güzel şeylere sahip olmalarından gurur duymalarını öğütlersek, aksini de yaparlarsa pek ayıp olduğunu işlersek, süper tehlikleli ve yalandan insanların tohumlarını atmış oluruz.
Yine bağırıyor modern ve erdemli insan:
Peki ne yapalım? Kıskansın mı? Asıl o zaman gör sen ne oluyor? Hayata bu kadar pembe gözlüklerle bakılmaz!
Gözlükler pembe değil bay modern. Hayata gözlüksüz bakın diyorum ben. Sinbad ve Tırmık gibi. Hrrlamalrınızı doğanızın bir parçası olarak kabul edin. Hem sizin kediciklere göre kapı gibi bir avantajınız var. Aklınız. Kullanıyorsunuz da zaten. Benim tek dediğim, bu aklı kullanmaktaki ufak hesap hatası. Ne mi yapalım? Büyükler küçüklere öğretir ya hani. Nasıl yetiştiriyim de iyi insan olsun misali. Örnek olma falan halleri. Küçüklerin başına can yakıcı şeyler geldiği zaman, "böyle olma!" gibi dahiyane bir çözüm önermek yerine, onların nasıl olduklarını sorun ve onlarla deneyimlerini, kendi deneyimlerinizi paylaşın. Bir çocuk eve mutsuz geldiği zaman, dersini çalışmayıp sınıfta kaldığı zaman, ona şöyle olma böyle ol demek yerine, nasıl olduğuyla ilgili onunla sohbet edin. İnsanlığın özelliği asıl bu işte. Kaç yüzyıldır sessizce pek mahremmiş gibi saklı tutuluyor her nasılsa bu mucizevi özellik. Gizli gizli terapi odalarında insanlar birbirlerini yargılamadan, ilgilenerek dinliyor ki, kabuk bağlamış yaralar iyileşsin, etrafa iltihapları saçılmasın. Bu odalarda neler mi konuşuluyor? Nelere mi ağlanıyor? Daha önce konuşulamayan, dinlenemeyen, ağlanamayan binbirtürlü "insan doğası" "insan gerçeği". Terapi de ayrı bir program ya neyse. Türlü türlü program var bu alanda da. Ama buna daha sonra değinmek istiyorum. Habire böyle daldan dala atlayarak yazıyorum diye benim hakkımda kötü şeyler düşünüyorsanız, sakın düşünmeyin!

Temas Sanatı



Büyümek ve gelişmek için bir şeylere uzanıp temas etmek gerekiyor. Anne karnındayken sürekli temas halindeyiz. Sonra yarım bir kopma yaşıyoruz. Yine de bebeklik çağında bir kaç ay boyunca annemizle ayrı bir beden olarak yaşadığımızın farkında bile değiliz. Sonra sonra ihtiyacımız olan şeyler için hareket edebilmeye başlıyoruz. Bir bebek emzirilmezse emekleyerek biberona doğru gitmeyi becerebiliyor. Erişemezse çığlık atıyor. Hayatımızı devam ettirebilmemiz için beslenmemiz şart. Fizyolojik olarak susuz ve aç, en önemlisi de oksijensiz yaşayamıyoruz. Fizyolojide bu böyle. Peki psikolojide bu nasıl? İşte bu kısmı ilgimi çekiyor.




İki kediyi farklı koşullarda büyütüyorlar. (Zavallı kedicikler deneylere maruz kalmasın, o bir yana tabi) Sevgi gösterilip, arkadaşlık edilen kedi insanların yanına gelip onlara sevgi gösteriyor ve onlara güveniyor. Yanına bir insan geldiğinde kaçmıyor. Diğer kediye sadece yemek veriliyor ve yalnız bırakılıyor. Aynı süre içindeki gelişimi izlendiğinde, diğer kediye göre çok agresif, korkak ve güvensiz davrandığı gözleniyor. Bunlar insanlar için en az hayvanlar için olduğu kadar geçerli.


Bu noktada iyice ilgimi çeken konu ise, "neden çocukluğunda sevgiyle, şefkatle büyütülmüş insanlar mutlu ve huzurlu olmayabiliyorlar?" Evet. The plot thickens! (Kill Bill 2- Bill to his ex wife) !


Dünya sevgi, ilgi ve şefkatten ibaret değil. Dünya, tıpkı dinlerde tasvir edildiği gibi, cennet ve cehennemin bir araya gelmiş hali. Dini inançların ve ölümden sonraki yaşam fantezilerinin, cezalandırmaların ve ödüllendirmelerin bütünüyle şimdiki hayatlarımızın birer yansıması olduğunu düşünüyorum. Tıpkı rüyalarımız gibi. Sınava girmeden önceki gün yüreği ağzında bir genç, o gece yattığında rüyasında alevler içinde bir eve girmek zorunda olduğunu görebilir. Sınav ve yanan ev farklıdır, ama yaşattığı duygu benzerdir. Bu yüzden rüyada örümcekler, canavarlar, periler, alevler, ölüler ve canlılar gerçek hayatımızda yaşadığımız duyguları başka şekillerde bize uykumuzda geri getirirler. Bu rüyalar, derinlemesine bakıldığı zaman aslında birer mesaj içermekteler. Sınav kaygısı, yanma kaygısıyla aynı görünür rüyada. Halbuki kendini alev gibi yakan insan aslında sınav beni yaktı dese de, onu yakan beyninde oluşturduğu "sınavın kötü geçmesi halinde yaşayacağı kabus"tur. Bazı öğrenci için sınavdan kalmak "neyse canım, bir dahaki sefere" den ibaretken, bir diğeri için "hayatın sonu" anlamına gelebilir. Kimi için sınav alevdir, kimi için sınav sınavdır. Peki bu ayrımı kim yapar bizler için ve nasıl bu hallere gelinir? Bu ayrımı hayatta başımıza gelenler ve bunlardan çıkardığımız anlamlar yapar. Tıpkı bir yavru kedinin insan görünce kaçması ve saklanması, bir diğerininse insan gördüğünde gırıl gırıl keyif çatması gibi. Kaçan kedi onaylanmamıştır. Kaçmayansa kabul görmüştür. "Sınavdan iyi not alma bak sorarım ben sana!" tehdidiyle büyüyen çocuk sınavdan önceki gece rüyasında yanar. İşin kötüsü de aynı çocuk, bir yetişkin olarak da sürekli alevler içinde yaşar. Okulda sınavları bitmiştir, ama hayatı nedense sınav ve yangından ibarettir.


Çok feci bir tablo değil mi? Evet tabi. Ama çok da karamsarlaşmamak lazım. Bahsettiğim gibi, dünyada hem cehennem hem de cennet var. İdeali hangisinde yaşamak mı? İkisinde de. Yani dünyada. Yoksa burası bize dar,tekin de değil. Cehennemci cennette sürgün, cennetçi cehennemde.


Peki ya cennet ve cehennem insanı nasıl olur. Buna bütüncü yaklaşım diyelim. (Geştalt)


Ying yang felsefesinde olduğu gibi. Aslında sadece cehennem olsaydı cennet, sadece cennet olsaydı cehennem kavramları olmayacaktı. Fon beyaz ise, beyaz kalemle yazdığınızda görünmez. Sevinmek, üzülmek, kavuşmanın şiddeti de fon ve şekil ilişkisi içinde gelir gider. Ama buna daha sonra değinmek istiyorum. Geştalt, yani bütüncü yaklaşım önemli bir konu. Neden mi? Çünkü bence insanlığın düştüğü en büyük tuzak, kaçınmaktır.




Gördüğüm kadarıyla, genel insan tablosu, dünya üzerinde "iyi" yerlerde olmak için çırpınmaktan ibaret. Akıllı, çalışkan, çekici, başarılı, güçlü, vs vs. Akılsızlıklar, tembellikler, başarısızlıklar, zayıflıklar saklanarak içimizde çürümekte. En ironik yanıysa, o çok kaçtığımız cehennem, bu çürümüş özelliklerimizden besleniyor. Nasıl mı?


Şöyle:


Bir dil öğrenirken genellikle ilk öğrenilenler "Adım Emre. Ayrancıya nasıl giderim?" gibi en temel cümleleri içerir. İngiltereye gidiyorsanız ve ingilizce bilmiyorsanız, elinize aldığınız rehberde buna benzer temel cümleler bulursunuz. Böyle bakıldığında dil de ihtiyaçlarımızı karşılamak için geliştirilmiş bir kolaylıktır aslında. Eğer konuşamıyor olsaydık her acıktığımızda inlemek, önümüze gelen yemeği sevmediğimizde mimikler yaparak, el kol hareketleriyle çevremizdekilere mesaj vermeye çalışırdık. Şimdi bunun yerine "Acıktım. I ıh, bunu yemem." diyebiliyoruz. Bir dili konuşurken kelime dağarcığınız dar ise, istediğinizi, hissettiklerinizi veya düşündüklerinizi zor anlatırsınız. Alternatifleriniz çoğaldıkça iletişim kurmanız kolaylaşır. Kişiliğimiz de yaşadıkça zenginleşen, büyüdükçe kendini büyüten başlı başına bir dünyadır. Ağaç gibi. Bir insana uzaktan bakın, diğerlerine benzer. Yakından baktıkça, ağaçlarda olduğu gibi, kıvrımları, dalları, meyveleri hep kendincedir. Peki şimdi bunların dille dinle ne alakası var? Olmaz olur mu? Eğer kişiliğimizdeki zenginlik kökleri sağlam, dal vermiş, çiçek açmış, meyve dökmüş bir ağaç gibi bolluk içindeyse, hem döktüğü meyveler toprağı, insanları besler, hem de açtığı çiçek gözümüzü gönlümüzü okşar. Peki bu ağaç nasıl bu hale gelir? Hep su döküp güneşe maruz kalarak mı? Hiç sanmam. Bu ağaç soğuk esintilere, rüzgarlara dayanabilmek için yönünü, şeklini şemalini değiştirir. Adapte olur. Bu ağaç dibinde, şansı varsa gübre olarak bırakılmış boklarla, atıklarla, bunları dönüştürerek güçlenir. İçinde böceklerle, korkutucu ve tiksinç haşerelerle bütün olarak varolur. Tıpkı insanın özünde, doğasında olduğu gibi, kiri ve bokuyla mucizevi bir varoluş haline gelmektedir. Ağacın hikayesi bu da, modern insanın hikayesi nasıl?


Modern insanın hikayesi biraz daha acıklı ve sapkın. Çünkü modern insan, doğasından ziyade, ideallerinin peşinde. Neden mi? Hiç öyle kötü bir niyeti yok aslında. Çünkü korkutuldu ve korkutulmakta. Modern insan tehditlerle büyüdü. Sakın başkası için kötü düşünme. Sakın küfür etme, Sakın seks yapma, sakın! SAKIN! bu "sakın"cı tutum insanı ne yaptı etti, kendinden sakınan, görüntüde plastik bir ideal sergileyen, içindeyse dokunsan uçacak bir benlik bıraktı. Eyvah biri bağırıyor! Peki sakınmasaydık? Çok mu iyi olacaktı? Ortalıkta başkaları için kötü düşünen insanlar, küfür edenler, seks sapıkları, pislik dolu bir dünya olacaktı. Bizim niyetimiz bunu temizlemek! Modern insan geldi. Sakin olun bay modern, benim tezim şu: Sakına sakına temizlik yaparken, tıpkı ağacı gübresiz, böceksiz bırakma niyetinde olduğu gibi, insan da "doğa" sız kalır. Büyüyemez. Yukarıda verdiğim örnekler üzerinden tek tek giderek değişim paradoksunu anlatmak istiyorum. İnsan sakındıkça nasıl gelişmez, sakınmadıkça nasıl gelişir. Sınırları nedir? Kim belirler? En iyisi bunu benim anladığım şekliyle somutlaştırmak. Yoksa havada uçup giden felsefeler gibi duman olsun istemem. Gelelim birinci örneğe:






"İnsanlar hakkında kötü düşünmek"


27 Aralık 2009 Pazar

24 Aralık 2009 Perşembe